Bir Taslak


1
                Geleneklere bağlı insanların var oluşu, onlardan daha yenilikçi anlayışa sahip insanları ileriye taşımaz – ki burada gelenekçi yapıdan yanlış ya da kötü olan diye, yenilikçi yapının da olması gereken olarak bahsetmiyorum. Her ne kadar çoğunluktan farklı olarak hiç değinilmemişe değinilmiş olunsa bile bu durum, düşünceyi o çağın aidiyetinden çıkarmaz. Yenilikçi düşünce de en nihayetinde bulunduğu çağa ve konuma aittir ve bu yüzden hiçbir durum onu özel bir lükse sahip kılmayacaktır.
                Çoğunluk diye bahsettiğimiz zaten herhangi bir düşünce çatısı altında olmayan insandır. Düşünen insan olarak tanımladığımız aydın kişilik zaten başka bir düşünceyle aynı kalıp altına girmeyeceğinden onun biricikliği de ona özel bir durum değildir. Sonuçta her insanın var oluşu doğuştan biriciktir. Var oluşunu sorgulayan her insan benzersizliğinin farkında olacak ve kendini ayrı bir konuma koyacaktır.
                Hakikate olan tavrımız ne kadar umutsuzsa her insanın içindeki biricikliğe olan tavrımız da aynı şekildedir. Ama bu durum ona ulaşmak için verilen çabayı beyhude kılmayacaktır. Aksine bu arayışın yolculuğuna çıkmış her insanın sahip olduğu özel konum aynı zamanda onun misyonu da olacaktır. Bu konumunun farkında olan sanatçı da bu farkındalığını aktarmak zorundadır. Bu zorundalık, benin ne olduğunu anlamaya çalışan her canlığının yaptığının anlamı yüzündendir.
                Şu anda bu odada, bu koltukta oturuyor olduğumu algılayışım; odanın duvarlarıyla benim konumum arasındaki mesafeye ve koltukla masayı ya da diğer bütün nesneleri ayırabilme yetime bağlıdır. Bu algıya kendinin minimum düzeyde farkında olmaya çalışan her canlı başvurur ve insanda (özellikle aydın insanda) bu algının ihtiyacı daha üst seviyededir. Çünkü insan yalnızca özdeksel var oluşunun değil aynı zamanda özsel var oluşunun da farkına varma ihtiyacı hisseder. Sanatçının ve aynı amaca – bir anlamda- sahip olan filozofun misyonu; iki düşünce arasındaki mesafeyi, tıpkı odanın iki duvarı arasındaki mesafeyi algılamamız gibi, belirtmektir. Çünkü insanın doğumdan ölüme kendinin kim olduğunu bulmaktan daha öncel ve önemli başka bir görevi yok gibidir.
                Ancak sanatçı bunu yaparken doğrularla uğraşmak zorunda değildir. Biricikliği de doğrularının yalnızca kendine doğru olduğunu bilmesinden (Sokratesçi bir söylemle “bilmeyişinden”) gelir. Bu yüzden aynı şekilde kendi biricikliğinin az da olsa farkında olan hiçbir insan da sanatçının (ya da dediğimiz gibi bu anlamda filozofun) fikirlerini takip etmek zorunda değildir. Az önce de belirttiğim gibi zaten oluşturulması imkansız olan ortak fikir (konsensüs) olanaksızlığı da bunu gösterir niteliktedir. En başından beri insanlığın amacı da (eğer olduğunu varsayarsak) başarısı da hiçbir zaman konsensüse dayanmamıştır. Diyebiliriz ki; insanın en büyük başarısı tek tek benzersizliğine kadir olacak yetiye sahip olmasıdır.
2
                Geleceğin teknolojisini tasarlayamazsın. O zaten tasarlandığı ana mal olmuştur ve gelecekte yapılan teknoloji de geleceğe mal olacaktır. Burada teknoloji diye bahsettiğimizi temelinde insana bağlı bir tasarım olarak ele alırsak, teknoloji yerine insan düşüncesinin kendisi hakkında da aynı yargıya varabiliriz. Buradan geleceği düşünmenin ve tahmin etmenin olanaksızlığı çıkar. Bu düşünce umudu boğar gibi görünse de aslında amaçlanan Leibnizci bir söylemden ötesi değildir: Şuan yaşadığımızdan daha iyi ve daha kötü bir şey yaşayamayız.
                Bugüne ve bu dünyaya dair bilgimiz yalnızca insanın kendi tasarımlarına bağlıdır. İnsanlığın bütün bilgi külliyatı yalnızca söylenir durumda kalmış, kendine hiçbir zaman hakikat alanı bulamamıştır. Bilimsel söylemlerin dışında kalan her türlü metafiziksel kanının tartışması, Viyana çevresi geleneğiyle birlikte temellendirme ve kanıtlama çabalarından uzağa, dilin (dolayısıyla bahsedilir olanın) dışına taşınmıştır. Etik ve estetik değerler de bu çabayla birlikte yalnızca kanaat bildirir bir konuma indirgenmiş böylece toplumlaşmanın en başından beri insanın sorgusuz itaat ettiği tüm kanunlar, zamana ve toplumlara izafi olmuştur. Dilin oynaklığı ve kavramların içinin boşluğu da bizi dilimize konu olanın da içeriksizliğine götürür. Matematik ve mantığın sanal nesnelerinin de neye işaret ettiğine dair bir fikrimiz yoktur. Bütün matematiksel yargılar, kendi zihin işleyişimizin sembolleşmiş halinden başka bir şey değildir ve bu yargıların hiçbirinin doğada bir karşılığının olup olmadığına dair herhangi bir algı geliştirmemiz de mümkün değildir. Sanal nesnelerin zaten içerikten yoksun olan, tanımı yine kendine dönen aksiyomlara bağlı olduğunu ve dolayısıyla herhangi bir olguya işaret etmediğini biliyoruz. Tüm bunların ışığında insanın geleceğe dair tasarılar hazırlamasının imkansız olduğunu söyleyebiliriz. Tüm yapılan, anlık söylemlerin dışına çıkmayacağından ve Derrida’nın işaret ettiği gibi; yazının ve konuşmanın aslında aynı şey olup, okuyan kişiye (bu kişi yazarın kendi olsa dahi) ikinci elden bir kopya olacağı ve okuyana ait olacağı fikriyle birleştiğinde, ütopyalar yaratma fikrinin kendisinin bir ütopya olacağını da söyleyebiliriz. Hem de ütopyaların belki de en görkemlisi bu ütopya yaratma fikridir: dünyaya dair algımıza, bilgiyi aktarma yeteneğimiz olduğuna ve doğru- yanlış ayırımını kusursuz yapabildiğimize dair imkansıza olan inanç…
                Hal böyleyken, böyle bir karanlığın ve bulanıklığın içinde, hem dilin alanı dışında hem de dilin alanı içinde ya boş konuşacağız ya da susacağız. Var olan durum değerlendirildiğinde açıkça görülen, aslında insanın serüveninin imkansızlığına ait bir karadelik gibidir. Oysa kavramlardan sıyrıldığımızda insanın hayatta kalabilme başarısı da göz ardı edilecek gibi değildir. Bu noktada susarak eylemsizliğe gitmenin açıkça hiçbir kazanımı yoktur. Konuşmanın ve eylemenin doğruya ya da yanlışa dolayısıyla da hakikate giden yola ne gibi bir katkısı olacağını bilemesek de, bir şeyleri değiştirmenin bizi bir yere taşıyacağı ve bunun bulunduğumuz noktada durmaktan daha işe yarar olacağı aşikardır.

2012 / İstanbul