Adsız Tablo'dan bir kesit

Ölmüş olması gerekiyordu. İki, kocaman, kara sorgu memuru karşısına dikilmiş günahlarını vuruyorlardı yüzüne. Cehennemlik bir ruhtu ama sanki melekler cennete gitmesi için tanrısına yalvarıyordu. İçindeki tüm benlikle beraber… Ona kalsa cennetin üç kuruşluk değeri yoktu. Tanrısının onu izlediği her hangi bir yer ya da sadece tanrısının var olduğu bir yer… Gittikçe yaklaşıyordu ölümün nefesi, suratındaki sıcaklık, tarif edilemez bir sarhoşluk… İsmi neydi onun? Hangi insafsızdı ona isim takmaya cüret eden? Hangi ölümlü bu şerefe naildi, hangi insanoğlu dokunabilirdi ona?
            Devrim bu düşünceyle silkindi. Dudakları ıslaktı ama günahının ateşi ayaklarından yakmaya başlamıştı çoktan. Kaçamazdı artık. Vazgeçti. Geri çekildi ve Sibel’e baktı. Ait olduğu yeri seçti ve atladı cehennemine hızlı bir hamleyle.
            -Ver o kırmızı şarabı, hak etmediğim bir köşede, hak etmediğim için yaksın boğazımı. Sıfatsızlığıma ne hacet! Ver bana neye sahipsen demek istiyorum. Asil geliyor bilincime fahişeler ve fahişeyim, en âlâsından, varlığına bir yudum su kadar muhtaç!
            -Yanılıyorsun yine, bir fahişeysen çık git bu kapıdan, özgürsün! Oysa sen gidemezsin artık çünkü bana aitsin!
            -Tanrım diyeceğim sana ve kölen olmayı teklif edeceğim, sense özgürlüğümü bahşedeceksin bana, hiç gelmeyecek bir günde.
            -Bense bana sahip olamadığın her gün bir ölümlü olmayı dileyeceğim, ipsiz bir kuyudan su çeker gibi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder