Hume'un Mucizelere İlişkin Yorumu
David Hume İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma adlı eserinin 10. bölümü olan Mucizeler'de söze, İsa peygamberin kutsal görevini ispat eden mucizelerinin de, onun sözlerinin yetkesinin de tamamen bunları görmüş olan havarilerin tanıklıklarına dayandığını söyleyen din adamı Dr. John Tillotson'ın kanıtlamasıyla başlar. Böyle bir yetkede açıkça sorunlar vardır. Öncelikle zaten duyu verilerimizin doğruluğuyla ilgili kuşkularımız açıktır. Tecrübelerimiz bir tür doğal içgüdü olarak olgu sorunlarıyla ilgili yalnızca alışkanlıklar yaratmaktadır. Olguların bir aradalıklarında gözüken nedensellik ilişkisine de bir inanç beslemekteyiz. Oysa ki bu duruma dair bir akıl yürütme yapamadığımız gibi bize gizli güçlerini göstermeyen doğa hakkında da inançlarımızdan daha fazlasını söyleyemiyoruz. Duyularımızın doğrulukları hakkında bile böylesine ihtimali yaklaşımlar sergiliyorken, değil birinci elden duyu verilerine dayanmak, bu şekilde tecrübe edilmiş olguların yalnızca tanıklıklarını dinliyorken doğruluk dayanakları daha da zayıflıyor gibidir.
Öncelikle tecrübelerimizden doğan inancın ne şekilde gerçekleştiğinden bahsetmek istiyorum. Gözlenen bir durum konusunda tecrübelerimiz ne kadar fazlaysa o konuya dair inancımız o denli pekişir. Bunun nedeni; bu tecrübelerimizin çok güçlü bir biçimde geçmişteki olayın gelecekte de tekrar edeceğine dair neden-etki bağlamında bize öngörü verebilmesindendir. Bana kesin bir bilgi verdiğinden emin olduğum olguların tecrübesi bende en fazla sayıda olanlarıdır. Ancak zayıf moral konulardaki inancım karşıt deneylerin tartısı sonucudur. Yanılmaz tecrübe üzerine kurulu olanlara gelecek için bir ispat gözüyle bakarken, güven derecesi daha aşağıda olanlar için karşıt deneyler arasından ağır basan tarafa doğru bir taraf belirlerim. Yine de bu bir ispat değil ihtimal derecesinde bir yargı olacaktır.
Durum veya deney ile çelişiklik arasında da tecrübe bilgisi bakımından farklılıklar vardır. Durum veya deney, yapılan tecrübenin sayısına göre güven doğurur. Oysa çelişiklik çok sayıda deneyin içinde bir tane olmasıyla da güven derecesini en üst düzeye yükseltebilir. Başkalarının tanıklıklarına dayanarak yapılan akıl yürütmelerden daha yaygın ve yararlı bir akılyürütme türü olmadığını söyleyebiliriz. Kendi akıl yürütmelerimizde yaptığımız kontroller bu akıl yürütmeler için de geçerlidir. Belki de bu akılyürütmenin neden-etki bağıntısına dayanmadığı düşünülebilir. Ama sonuç olarak bu tanıklıklara güven, o tanıkların doğruluğunu ve anlatılanların olgulara uygunluğunu gözlemlememizden doğar. Kendi gözlemimizin de bir objenin başka bir objeyle ilişkisini göstermeyip, yalnızca onların biraradalığı üzerine kurulu olduğu düşünülünce herhangi bir olayla bağlantısı diğer herhangi bir bağlantı kadar zorunlu olan insan tanıklığını da bu akıl yürütmelerin dışında tutamayız.
İnsana güven, onun doğasında bulunan doğruluk eğilimi ve dürüstlük ilkeleri, yalandan utanma ve hafızaya dayalıdır. İnsanda böyle bir doğa bulunduğunu da yine tecrübelerimizden öğreniyoruz. Bu yüzdendir ki yalan söylediği görülmüş kişilerin ve bilinci yerinde olmayan hastaların sözüne güvenmeyiz.
İnsan tanıklığından elde edilen deliller geçmiş tecrübesiyle olan ilişikisine göre farklılık gösterir. Bir bildiri, objesiyle biraradalığına göre sürekli ya da değişkendir. Buna göre bu tanıklık bir ispat ya da ihtimal olarak görülür. Birinin tanıklığına güvenmek için öncelikle tecrübeye ve gözleme başvurur, karşıt durumların birbirini yok etmesinden sonra ağır basan tarafa doğru bir yan belirleriz. Söylenen olayın etkisini azaltabilecek olan birçok karşıt durum vardır. Karşıt tanıkların çatışması, tanıkların kişilik veya sayısı, bildiri tarzı, karakterlerindeki şüphelilik, çıkar hesabı gibi etkenler bizde kuşku uyandırabilecek sebeplerdir.
Tarih ile ilgili olan bilgimiz tanıklıklara dayanmaktadır. Tarihe duyduğumuz güven tanıklıkla gerçek arasında algıladığımız a priori bir bağlantıdan gelmez. Böyle bir uygunluğu bulma, alışkanlığımızdan gelir. Yine de anlatılan mucizevi de olsa bu mucize kendi içinde düşünüldüğünde bir ispat olarak da aktarılmış olsun her zaman ispata karşı bir ispat bulunacaktır.
Mucize olarak bahsettiğimiz şey doğa kanunlarının çiğnenmesidir. Bu demektir ki; mucize olarak anlatılan şey benim tecrübeme daha önce konu olmamıştır. Mucizeye karşı yapılan ispat olgunun kendisine ait tecrübelerim olacaktır. Bir insanın ölmesi gerekliliği, karşıt durumları bulunan ihtimalden daha öte bir şeydir. Bunun nedeni çelişki yaratacak bir tecrübeye sahip olmadan sayıca üstün tekörnek deneylere sahip olmamdır. Böyle bir ispata karşılık mucize sayılabilecek şey bir insanın öldükten sonra dirilmesidir. Bu hiçbir çağda ve ülkede gözlenmemiş bir olgudur. Bana böyle bir olgunun gerçekleştiğine tanıklık ettiğini söyleyen bir insana inanmam için onun yalan söylemesinin daha mucizevi olduğuna dair bir inancımın daha olması gerekir. Ancak böyle bir koşulda böyle bir olgunun doğruluğuna inanabilirim ve ancak böyle bu olay bir mucize sayılabilir.
Böyle bir olguyu bana anlatan kişi nasıl biri olmalıdır ki onun anlattıklarının yanlışlığı bir ölünün dirilmesinden daha mucizevi olsun. Hume, bu insanı şöyle tasvir eder; öncelikle bu insanın yanılmaya düşmeyecek bir biçimde bir bilgisi ve eğitimi olmalı, başkalarını aldatmayan, doğru sözlü, yalan söylediği ortaya çıktığı zaman çok şey kaybedecek saygınlık ve üne sahip, yalanlarını ortaya çıkarabilecek yeterli sayıda insanın tanıklığına sahip biri olmalı. Ancak böyle şartlarda vuku bulmuş bir mucizeye tarihin hiçbir köşesinde rastlanmaz.
Tecrübelerimizde her zaman en fazla deney sahibi olanı seçip az olanları elerken, mucizelere olan inancımızın bu mantığa hiçbir şekilde sadık kalmamasının nedeni nedir o halde?
Mucizelerden doğan şaşma ve hayret duygusu hoş bir duygudur. Bu yüzden mucizelere kaynaklık eden olaylara inanmaya doğru bir eğilim meydana getirir. Sırf bu duygunun verdiği hoşluktan dolayı, anlatılan olaylara inanmayan ve tanık olmayanlar bile bu tatminden pay almaktan hoşlanırlar. Dindar bir insan görmediği şeyleri gördüğünü hayal edebilir ve kendisi de bunun yanlışlığını bilse bile kutsal dava için iyi bir niyetle doğruluğunda ısrar edebilir. Böyle bir kişinin yanılırlığının sınayıcıları da yüksek bir yargı gücüne sahip olmayabilirler. Hatta olsalar bile ilkeleri gereği karışmazlar. Bu şartlar altında güzel bir konuşma akıl ve mantığı kilitleyerek dinleyenleri o coşkuya rahatça kaptırabilir.
Dikkat edilecek bir diğer husus da, bütün doğa üstü ve mucizevi hikayelerin genelde cahil ve barbar toplumlarda görüldüğüdür. Ulusların ilkçağlarını incelediğimizde bize aktarılan doğa olaylarının düzenin bozulduğu, herşeyin normalinden farklı göründüğü bir dünyadır. Bu gariplik çağlar ilerledikçe gittikçe seyrelir. Ancak insanların her çağda yalan söylemesi aynı şekilde devam eder.
Ayrıca tanıklık edilen her mucizede onun aksini savunan sınırsız sayıda tanık olduğu görülür. Özellikle din konularında birbirinden farklı olan her olgu karşıttır. Birbirinden farklı olarak öne sürülen mucizeler dolayısıyla birbirini yıkmaya yöneliktir. Her dinde yayılan her mucizenin dolaysız amacı rakip sistemin mucizelerinin geçerliliğini yıkmaktır.
Bazı durumlarda bazı insan tanıklıkları inanırlık taşıyor diye her türlü tanıklığın her durumda eşit derecede inanırlık taşıdığı sonucu çıkar mı?
Örneğin; Caesar ve Pompeius kendi tarihçilerinin titizlikleriyle yapılan savaştan kendilerinin galip çıktığını yazarlarsa bu kadar uzakta kalan günümüz insanı hangisinin zaferinde karar kılacak?
Bilge bir kişinin tanıklık karşısındaki tavrı son derece akademik bir serinkanlılık taşır. Ancak kim göklerden inmiş bir peygamber olarak ortaya çıkmanın yarattığı duygunun kendisini ayartmasını engelleyebilir? Hatta boş gurur ve hayalgücüyle insan kendisini de ayartır, böyle bir dava için dümen çevirir hale gelebilir.
Bu şekilde ortaya çıkan nice hikaye daha doğuşlarında söndürülmüş ya da bir süre anlatıldıktan sonra unutulagelmiştir. Bunun çözümü düzenli tecrübe ve gözlemlerle doğa kanunlarına başvurmaktır. Ancak tarihte olmuş bir yanlışlığı kanıtlamanın zorluğu bellidir. En yakın tarihte olmuş bitmiş bir olayı aydınlatmada bile tarihçiler büyük sıkıntı çekerken, tarihsel ve mekansal olarak uzaklık bulunan bir olguyu kanıtlamanın zorluğundan bahsetmeme gerek yoktur.
Yeni dinlerin başlangıçlarında bilge kişiler önceleri konuya ilgisiz kalmışlardır. Daha sonra galeyana gelmiş kalabalığı aklın yoluna çağırmak için çok geç kalınmış, gerekli kanıtlar ve tanıklar yok olmuştur.
Şimdi öyle görünüyor ki; her ne şekilde olursa olsun mucizeye yapılan tanıklık hiçbir zaman, değil ispat, ihtimal bile olamamıştır. Bu tanıklıklar ispat olarak kabul edilse bile her zaman karşısına olgunun kendisinden çıkma bir ispat bulunabilecektir. Tanıklara güveni sağlayan tecrübedir. Aynı şekilde tecrübe, doğa kanunlarına güveni de bize veren şeydir. Hal böyleyken birbirine karşıt tecrübelerde yapılması gereken birini diğerinden çıkarıp geriye kalan durumlarla bir taraf belirlemektir. Hiçbir insan tanıklığının bir mucizeyi ispat edecek ve dinlerin temeli olacak kuvvete sahip olmadığı düşünülürse, hiçbir mucize de bir din sisteminin temeli haline gelebilecek şekilde ispat edilemez. Başka konularla ilgili doğanın alışılagelmiş düzenine aykırı mucizelere tanıklık edenler çıkabilir. Ancak filozofların bu olgulardan şüphe etmek yerine bunun nedenlerini araştırmaları gerekir.
Mucizenin atfedildiği varlık Tanrı dahi olsa, mucize bundan dolayı bize daha muhtemel görünmez. Böylesine bir varlığın sıfatlarının ve eylemlerinin, tecrübelerimizle doğanın olağan akışı sırasında bize gelmesinden başka bir yol yoktur. Bu türden mucize iddialarında hakikatin çiğnenmesi yaygın olduğundan buna tanıklık edenlere bakmayarak bu yolda bir karara varmak gerekir.
Bu akıl yürütmeden çıkan sonuç şudur ki; din olgusu iman üzerine kuruludur, akıl üzerine değil. Bu kanıyı desteklemek için Hume Hristiyanlık dininin mucizelerini inceleyebileceğimizi söyler. İlk göze çarpan, barbar ve cahil bir budundan kalma bir kitaptır. Bu kitap da muhtemelen tanıklık ettiği çağdan çok sonra yazılmıştır. Bu kitap, bir sürü mucizelere ve her ulusun kendi kaynağı olarak gösterdiği hikayelere benzerlikler içerir. İnsanın ömrünün neredeyse bin yıl sürüşü, bir tufanla dünyanın yerle bir oluşu ve buna benzer bir sürü olay insana mantıklı bir açıklama bırakmayacak cinstendir.
Bütün bunlardan Hume şu sonucu çıkarır: Hristiyanlık dini kendisi başlangıcı itibariyle mucizelere dayanmakla kalmaz, bu dine inanmak da kendisi bir mucize sayılır niteliktedir. Akıl yalnız başına bizi bir inanca götürmez. İman ile bu kabule yönelen insan da her daim kendi tecrübelerine en aykırı olana inanmaya sürükleyen sürekli bir mucizenin bilincindedir.
16.12.2010 / İstanbul Üniversitesi Felsefe Topluluğu 17. Öğrenci Kongresi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder